Gecenin en koyu zamanı...Gün ağarmadan az öncesi...Empati mevzuunda yazmak için günlerdir oturamıyorum masa başına. Düşündüğüm kurgu beni kesmiyor. Uyku da tutmuyor. Bu gece özellikle sabahlayacağım. Hem yazımı yazmak için hem de balkondaki mamayı yiyen kediyi görmek için... Masanın başına nihayet oturduğumda, düşündüğüm kurgu yazıyı değil de kedimi yazmak geçiyor aklımdan ve klavye beni götürüyor. Altı gündür kayıp oğlum. Altı gündür gece balkona mama koyuyorum , gelirse yesin diye , ben uykudayken gelmiş olabilir mi diye. Son iki günü mamanın bittiğini görüyorum ve geleni görmek için bekliyorum. Çalışma masamı balkon kapısının önüne çekiyorum. Beş on dakikada bir balkona sekiyor gözüm. Lütfen kaybolan kedim olsun gelen. Hava rüzgarlı , ağaçlar hışırdıyor. Ben çıt çıkarmadan bekliyorum. Bir yandan da yazıma bakmaya çalışıyorum. Bu sefer kurgu yazmayacağım. Bu sefer tam da şu anı, tam şuanda ne yaşadığımı birebir yazacağım. Haa memlekette o kadar mesele varken bir hayvandan mı bahsedeceksin diyorsanız, söyleyeyim : Hayvanlar memleketlimiz değil mi ? Ağaçlar memleketlimiz değil mi? Biz ki üç beş ağaç için onlarca güzel insanı toprağa vermişiz. Hayvanlar da memleketlimiz ağaçlar da ...Oradan başlamak gerek meseleye asıl... Küçücük bir daldan , bir kedi yavrusundan...hele de mevzuu empati ise...
Bir ağacın ağladığını , canının yandığını görmüyorsa kişi acıya bakmayı henüz bilmiyordur. Bahçemizdeki kayısı ağacının dalını, bir telle bağlamış yandaki demirlere tutturmuşlar. Dal yere düşmesin diye sanırım. Ama dağıttığı eşyayı yerine koymadığı gibi , bağladığı telin gelecekte neye mal olacağını tezahür edememiş yapan. Piknik sonrası ardında çöplerini bıraktığı gibi, sahilde içtiği içkinin kutusunu deniz kenarına terk ettiği gibi... Kendinden sonrası tufan demiş. Kayısının dalı büyüdükçe o telin belini sıkacağını düşünemiş , dahası yaşadığı evin bahçesindeki ağaca bakmamış. Meyvesi olunca yemiş geçmiş.
Tel, ağacın dalının içine öyle bir oturmuş ki, nasıl canı yanıyor. Duydum acısını ağacın, yüreğim sızladı. Uğraştım, dalının içine nüfuz eden teli çıkaramadım. Zavallı yavrucak boğulmuş kurumuş, kangren olmuş güzelim kayısının dalı...Şimdi ağacı mesele etmeyelim mi ? Kim bilir kim dikmiş onu bir zamanlar oraya. İlla ben faydalanmayıp deyip , dikip doğaya salan güzel insanlar olduğu gibi , manzaramı bozuyor diye yıllanmış ağacı kesen insanlar da var. Kimilerinin vicdansızlığının bedelini de diğer vicdanlılar ödüyor. Başkasının acısına bakamayanların, başkasının acısını göremeyenlerin, para etmez ağaçları kesip avm yapalım ki para gelsin diyenlerin ülkesinde bir dal ne ki hemi? Orada başlıyor işte. Nasıl ki faşizm iki kişi arasında, gündelik bir muhabbette başlıyorsa...Geçenlerde bir arkadaşım gideceğimiz yer için giydiğim elbisenin uygun olmayabileceğini söylediğinde onu dinleyip değiştirdim. Ertesi gün benden özür diledi. "Faşizm burada başlıyor "dedi. "Ben bu şekilde giyinmeyi beceremediğim için sana iyi niyetle müdahale ettim , sonra aslında baskıların bu iyi niyetle başladığını farkettim. Sen nerede nasıl giyeceğini, kendini nasıl ifade edeceğini bilirsin ve istediğin gibi olmalısın. Bana ne oluyor ki". Bu küçücük sevimli anlar işte baskının tohumları. Cehennemin yollarını döşeyen iyi niyetin taşları. Kayısı ağacının kangren olmuş kolunu ağlayarak kesiyorum, kestiğim yerden devam edip uzaması için... Ve ona bunu yapan insanlar yerine özür diliyorum.
Beklediğim kedi geliyor... Umduğum değil ne yazık ki... Bu da sokakta yaşayan bir can. Evimizde köpek olduğu için başka kedi gelmiyor ama demek ki bu şapşik gece yarısı gelip mamaları yiyormuş. Oğlum gelmediği için üzülüyorum ama bu canın da korkmadan yemesini istiyorum ancak kapıya çok yaklaştığım için korkup kaçıyor. Belki kedim de dışarıda birilerinin balkonundan yemek yiyordur. Umarım. Altı gündür mahalleyi ve yakın mahalleleri arıyoruz. Sokağa çıkıp çıkıp adını ünlüyoruz , belki bir yerlerde sıkışmıştır, belki sesimize ses verir. Mahalleli artık adını biliyor, duvarlardan ekosu geliyor sesin : Abidik Abidik...
Abidik yok. Dört yıldır her gece beraber uyuduğum oğlum yok. Geceler sabahı bulmuyor. Nerede? Yaşıyor mu? Yaralı mı? Öldü mü? Kayıp ne zor bir şey. Hep kulağım kapıda. Her telefonla yüreğim hopluyor haber var mı diye. Bir yandan ha gelecek diye umut bir yandan öldü mü ki diye kahır. Ama yas da tutulamıyor...Mecburi hizmet sırasında Diyarbakır' da kayıp yakınlarının yaşadıklarına yakından şahit oldum, değil kayıp yakını olmak bu acıyı yaşayanların terapi sürecine tanıklık etmek de çok zor. Ortada bir cenaze olmayınca , ölüsünü göremeyince, umudunu , duygusal bağını kesememe...Ve hayatın onun geleceği zaman üzerine donakalması. Yapılacakları erteleme, diğer şeylere odaklanamama, burada şuanda duramama, şimdi ve gelecek arasında asılı kalma...
"Hatırlamak bir buluşma biçimidir." Halil Cibran
Yirmi yıldır uyuyamayan bir hastam vardı. Ne çok ilaç verilmişti uyusun diye ama hep düşeyazarak uyanıyordu. Uyuyamıyor ya da sık sık uyanıyordu. Uykunun güvenli, derin ve sakin kollarında rahatlayamıyordu. Türküde denildiği gibi "yastık diken olmuş"tu. Uyku yoktu, ses de söz de azalmıştı artık. Bir çocuğu, yirmi yıl önce işe gitmek üzere evden çıkmış ve bir daha dönmemişti. Nerede , ne oldu bilinmiyordu. Aramalar , soruşturmalar kar etmemişti. "Çok acı ama ölüsüne razıyım" dedi. Yasını tutmak istiyordu . Sonra bir şey daha dedi. " Bir çocuğum da öldü" . Ölümün bu durumdan daha kabul edilebilir, yeğlenebilir olduğunu söylüyordu. Hangi acı daha büyük bir sıralama yapılamaz elbette, herkesin acısı kendine mahsus. Ancak daha acısını yaşayan biri için acılar içinde kıstas yapma imkanı vardır. Beş çocuğundan biri hapiste , biri mezarda idi. Dalı budağı tele dolanmıştı adamın , gövdesi telle sıkılmıştı. Dalı kangren olmuşsa kesilirdi de gövdesi kangren olana neylerdik. Bu durumlardan biri bile bir anne bir baba için yeterince acıyken karşımdaki insan bu iki acı üstüne , yaşanabilecek en acıyı da yaşıyordu. Bir çocuğu meçhulde idi. Hapiste evlat zor, mezarda çok zor, meçhuldeki evlat için diyecek söz yok...ve diyor ki adamcağız ; "Ölüm haberine razıyım, haber gelsin de..."
Şimdi doğaya karışmış olan arkadaşım İnci de yıllardır kocasını beklemişti. Assos 'da kayıkçılık yapan Can bir gün eve dönmemişti. Bir süre sonra kayığı kırık dökük bulundu ama Can yok. Ölüsü vurmadı kıyıya , haberi gelmedi evine. Gören de olmadı duyan da. İyi yüzme bilirdi, iyi denizciydi. "Karşıya Yunan adasına gitmiştir ", diyenler oldu, "ölmüştür" diyenler oldu. İnci yıllarca denize baka baka bekledi sevdiğini. Öldüğünü kabul etmeye yüreği razı gelmedi. Adaları , ülkeleri, şehirleri aradı bulamadı. Dünyanın dört bir yanından insan gelirdi evine, bir Can gelmedi. " Yeter bekleme" dediler, "ölenle ölünmez " dediler, " unut artık" dediler, "zamanla alışırsın " dediler, "yeter üzüldüğün" dediler. Ailesi illa İstanbul 'a gel terket oraları dedi ama İnci o evden bir yere kıpırdamadı , canını bekleye bekleye öldü.
Sözlerin kifayet etmediği duraktır burası...Acıya saygı duyup susmalı. İnsan daha beterini bilmeden yaşadığının ne olduğunu fark edemiyor bazen. Gördüğüm odur ki, en zor baş edilen şey kayıp acısı. Nerede olduğunu , ne halde olduğunu bilememek, yas tutamamak... Acı karşısında diyecek söz olmamasına karşın insanların genel geçer laflar etmesi de cabası. İlk oğlu öldüğünde "daha dört çocuğun var" demişler. Sanki biri öbürünün yerini tutar gibi. Ayakkabı mı bu, gömlek mi ? "Neyse ki başka evladın var. " Bu, acıyı hafifletmez , baş etmeyi biraz daha kolaylaştırır belki. Acı mutlak, üzülmek mutlak. Orada söze gerek yok. Sessizliğe tahammül edemeyenlerin gürültüsü bu gereksiz sözcükler. İnci' ye "başka birini sev ,evlen" dediler, yüreğinde yer var mıydı ki birini alacak görmediler. Başsağlığı sözünü sevmezdim bir zamanlar, soğuktu. Oysa ki illa bişey denecekse tek söz bu olabilir. Bir de devri daim olsun var ki bence daha güzel. Doğaya gönderdik, devrini doğada tamamlasın maabında...Ölen oğul için başın sağolsun denir, hapisteki oğul için geçmiş olsun denir. Ya kayıp olan için? Söz yok...
Bana da" üzülme" diyorlar, "başka kedi bulalım" diyorlar , "bak burada bir yavru var onu al " diyorlar... Nasıl mümkün üzülmemek ? Niye ve de? Sevince birini, onun yokluğu üzüntü vermez mi? Sevmek gibi yokluğunda üzülmek de doğal değil mi ? Sevginin bedeli bu.
Bu durumda üzülmekten gayri ne yapılır ki? "Bırakmasaydım kediyi dışarı, kaybolmazdı" , "Oğlanı işe göndermesem kaybolmazdı" , " Can'a balığa gitme desem kaybolmazdı" şöyle etseydim böyle etseydim gibi keşkeli pişmanlık sözlerine takılmak en fecisi. Üzülmekten kurtulmak üzere pişmanlık ve öfke sözcüklerine sığınmak... Suçluluk duyguları , inkar çabası, kendine, ölene ya da diğerlerine öfke duyma, kimi insanların güya iyi niyetli empatiden uzak teselli etme çabaları işi zorlaştırıyor. "Üzülme geçer ", " kafana takma" , " Allah sevdiği kulu çabuk alırmış" , " hep iyiler mi gidecek"... gibi gibi başkasının acısının yanında durmaya tahammül edemeyenlerin çalakalem söylenmiş ezber lafları. Bu laflara maruz kalmamak için bile yalnız olmayı seçebilir insan. Yas tutacağım arkadaş, üzüleceğim elleme bi. Sanki yas tutmayı engellemek için itina ile seçilmiş sözcükler. Acı duymaktansa öfkeyi taşımak daha kolay, inkar daha rahatlatıcı ...ama iyileştirici değil...
Acı ancak çekilirse etkisini azaltır. Pişmanlığa , öfkeye, yan yollara sapmakla değil . Kaçmaya çalıştıkça acı peşini bırakmaz , büyür. Neylersen et riski azaltırsın ancak. Abidik gök kedisiydi ; Ağaçlara çıkacak , uzun uzun yürüyecek , yeni yerler keşfedecekti. Onları seviyordu. Yalnız takılırdı , biraz yabani, biraz asperger...Ben ona bir şey olacak endişesi yaşıyorum diye evlerde, odalarda hapsetmeye ne hakkım vardı? Doğasını yaşaması , istediği gibi yaşaması için ortam hazırlamak ve bilinmezliğe güvenmekten gayrı yapabileceğim bir şey yoktu. Her eve dönmeyişinde çıkıp seslenirdim ve en büyük korkum cevap vermemesiydi. Dört yıl boyunca o cevapsızlığa hazırdım aslında. Bu hazırlık, her an bir şey olacağını öngörmek üzüntüyü yok etmiyor elbette, hazırlıklı kılıyor sadece.
Diyarbakır'ın faili meçhuller , gözaltında kayıplar ve anomik zamanında muhalif bir ailenin çocuğunun evden işe giderken dönmeme olasılığı da önceden bilinebilir. Trafiğe çıkan birinin kaza geçirmesi, balığa giden bir denizcinin dönmemesi de olasılık dahilinde. Tabi insan benim başıma gelmez umuduyla yaşıyor . Oysa gelir ; koskoca evrende bir nokta olan insan evladının başına illa gelecek bir şeyler. Kimine araba çarpacak , kimi hasta olacak bir şekilde devrini tamamlayacak. Ancak en çok korkulan da yine insanların eyledikleri. Gerek insan çocuklarımız için gerek hayvan çocuklarımız için yine insan eliyle gelecek zararlardan korkuyoruz. Bir yandan güveneceğimiz insandan korkuyoruz. Kedim için mahalledeki köpekler de risk tabi, her ne kadar çoğunlukla sulh içinde yaşasalar da. Açlık ve adaletsizliğin olmadığı yerde sulh olma olasılığı fazladır. Hangi canlı olursa olsun, adaletsizlik varsa, işte orada korkacaksın ...
Kedim kendine başka bir sahip edinmiş ya da biri onu sahiplenmiş ve mutlu mesut yaşıyor olabilir. En güzel olasılık bu. Telefonu olmadığı için beni arayamıyor tabi. Gerçi boynundaki tasmasında adı ve telefonu yazılı bir künyesi vardı, hala üzerinde ise. Diyarbakırlı babanın oğlu telefon açamadığına göre ulaşılabilir bir yerde olmayabilir. Kedi için korkunç olasılıklar daha azken bu babanın çocuğu için olasılık artıyor. Tutsak ve işkence altında yıllarını geçiriyor olabilir. Kedim de bu pozisyonda olabilir, en kötü olasılık da bu. Yaralanmış bir yere saklanmış olabilir öyleyse gelmeye çalışıyordur. Ya da ölmüştür. Yirmi yıldır evladını bekleyen baba için de bu seçenekler var. Kaçırılmış, bir amaç için kullanılıyor olabilir , uzaktadır ve gelmesi engellenmiş olabilir. Can bir yerlerde yaralı bereli felçli olabilir. Ölmüş de olabilir. Ancak cesede ulaşamadığı sürece bunu bilemeyecek bekleyen ve umutla bekleyecek yahut beklemeyi seçecek diyelim. Yasını tamamlayabilmek için gidenle vedalaşmak gerekir.
Yas tutma, sadece ölüme karşı verilen bir yanıt değildir. Yas tutma, herhangi bir kayıp ya da değişiklik sonrası iç dünyamız ile gerçeklik arasında uyum sağlayabilmemiz için yaptığımız uzlaşmadır. Ölüme karşı verdiğimiz tepkilerde farkında olmaksızın, geçmişimizde yarım kalmış, dayatılmış, inkar edilmiş, görmezden gelinmiş ayrılıklarımızın bilinçdışındaki kalıntılarını da bir arada yaşarız. Yokluk karşısında kendimizi nasıl konumlandırdığımız , durumu nasıl anlamlandırdığımız önemlidir. Yas tutmak kaybedileni unutmak ya da artık sevmemek anlamına gelmez . Kaybı ve bununla ilgili duyguları kabullenmek, başa çıkabilmeyi ve bu duygularla yaşamı sürdürmeyi öğrenmek anlamına gelir.
Yas sürecini , kişiliğimizin dinamik örgütlenmesi kadar, kaybın oluş biçimi, kayıp sonrası yaşananlar, sosyal desteklerimiz, yas ritüellerimiz de etkiler. Acının görmezden gelinmesi, hissedilen kederin yaşanmaması, çevreden gelen yasın yaşanmasını zorlaştıran hamleler ...
İster gözaltında kayıp olsun, faili meçhul olsun, ister giden ve bir daha dönmeyen birinin kaybı olsun, kayıpta yas ritüellerinin gerçekleşmediği, acıyı hafifletici son görevlerin yerine getirilemediği ve buna eşlik eden dayanışmanın, tanıklığın yaşanamadığı bir durum söz konusudur. Gidenin mezar gibi ne maddi bir mekanı vardır ne de manevi tasavvurumuz içinde yerleştirebileceğimiz bir soyut mekanı vardır. Birçok duygunun gelip gittiği bu yok-mekanda temel yas nesnesi boşluk olarak hayatımızda asılı kalır.
Her ölümün uygun bir yası vardır ama kayıp durumunda bu yoktur. Akıbeti bilinmeyen beden üzerinden kurgulanmış bir tahayyülle karışık, kendine, gidene, sorumlu tutulanlara öfke, alınacak habere ilişkin korku , hala yaşadığına dair veya ölü bedenin bulunmasına dair umut aynı anda yaşanır. Ölünün görülmesi, mezara konulması, üzerine toprak atılması , vedalaşılması , mezar ziyaretleri yasın tamamlanması için önemlidir. Yası tamamlamadan insan önüne devam edemiyor , ancak bu defteri kapatmaya da gönüllü olmak zor. Çoğu zaman umut işkencesi ile beklemeyi seçmek daha mümkün.
Diyorum ki ben , kedim güzel yaşadı. Umarım yine güzel yaşıyordur ve mümkünse bir gün döner. Ya da acı çekmediği bir boyuttadır. Böyle tahammül edebilirim kaybına. Diğer seçenekler uykuya haram , günlere karanlık bulaştırıyor.
Belki siz bu yazıyı okurken yavruma kavuşmuş olurum. Umudum o. Evrene iyi dileklerini gönder derler ya , evrene yazıyla yakarışlarımı gönderiyorum. Bu acıyı bir kalıba sığdırmadan içinden çıkılamıyor. Yıllar önce gördüğüm baba ne halde bilmiyorum. Umarım o da bir çıkış bulmuştur.
Psikeart Dergisi "empati" sayısında yayınlanmıştır.